www.siyasetci.biz

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
www.siyasetci.biz


Siyasi Gençliğin Buluşma Noktası


    [TÜRKLER VE KÜRTLER / 1 ] Mahzun Mezopotamya (Zaman Gazetesi )

    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 152
    Points : 0
    Kayıt tarihi : 04/05/08

    [TÜRKLER VE KÜRTLER / 1 ] Mahzun Mezopotamya (Zaman Gazetesi ) Empty [TÜRKLER VE KÜRTLER / 1 ] Mahzun Mezopotamya (Zaman Gazetesi )

    Mesaj tarafından Admin Paz Haz. 01, 2008 1:46 am

    Bu kadar çok yönlü ve farklı adlandırılan başka bir sorun bilmiyorum. Kimine göre "Güneydoğu", kimine göre "etnik, yani Kürt,", kimine göre "demokrasi, kimine göre "terör ve bölücülük" sorunu... Kimine göre ise bütünüyle "ekonomik ve sosyal" bir sorun...



    Belki daha da çoğaltmak mümkün. Harp Akademisi eski Komutanı Emekli Orgeneral Necati Özgen'in ifadesiyle "Bizim bir Güneydoğu sorunumuz var, ancak bu etnik bir sorun değil. Sosyal, ekonomik, kültürel bir sorun... Sağlık, okul, yol, su gibi sorunlar." ... Evet, bütün bu sorunlar Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde var ama bunlar Türkiye'nin başka bölgelerinde yok mu? Hiç şüphesiz bu tür sorunlar, İç Anadolu, Doğu Karadeniz illerimizin bir kısmında, güney illerimizden daha çoktur. Ancak bu bölgelerimizde ne bir "isyan" ne de bir "bölücü terör"den söz etmek mümkün değil. Öyleyse neden Güneydoğu? Güneydoğu tanımlaması altında gizlenen ve göremediğimiz veya görmek istemediğimiz başka bir şey olmasın? Aslında tartışmalar, sorunun tanımlanması etrafında yoğunlaşıyor. İnkar ve baskı nedeniyle Kürt sorunu etrafında yapılan tartışmalarda bütünlük olmadığı gibi, -olması da mümkün değil- aydınların, ayrılıkçı Kürtlerin, Kürt milliyetçilerinin de, sorunu tanımlamalarında problem var. Bu elbette antidemokratik yapıdan, yasal uygulamalardan kaynaklanan bir durum. Kürt sorununa bakışımızda tarihî perspektif çok önemlidir. Neden Osmanlı döneminde bugünküne benzer bir Kürt sorunu yoktu da şimdi var?

    MİLLİ MÜCADELEDE KÜRTLER

    ugün itibarıyla da Osmanlı-Kürt ilişkilerini iyi bilmeden Kürtler hakkında doğru bir fikir yürütmek mümkün değildir. Cumhuriyet öncesine bakıldığında, Tanzimat dönemine kadar, yaklaşık üç yüz yıl, Kürtlerle Osmanlı yönetimi arasında Kürtlükten kaynaklanan ciddi bir sorun yaşanmamıştır. Her şeye rağmen son Osmanlı Padişahı Abdülhamid'e kadar Osmanlı'ya sadık kalan tek tebaa Kürtler olmuştur. 1516'da Osmanlı Devleti ile yapılan anlaşma sonucu Kürdistan, aşiret dağılımlarına göre değişik bölgelerde oluşturulan emirlikler ve beylikler aracılığıyla merkezî yönetime bağlı, özerk bir şekilde yönetilmiştir. Büyük ölçüde dağılıma ve değişime uğramasına rağmen bu durum, 20. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. Yaşanan problemlerin bir kısmı da, Osmanlı yönetiminin modernleşme ve merkezîleştirme çabalarıyla başlamıştır. Modernleşmenin gereği olarak Kürt özerk yönetimlerine son verilmiş, yaklaşık üç yüz yıl devam eden emirlikler ortadan kaldırılmıştır.

    Tanzimat'la birlikte milliyetçi akımlar hayat bulmaya başlamış ve bu dönemden itibaren farklı unsurlar, kendilerini Türk, Kürt, Arap veya diğer kimliklerle tanımlamakla kalmamışlar; bunu bir ulusal bilince dönüştürmeye ve millî kimlikleri üzerinden diğer unsurlara göre daha üstün sayılmaya çalışmışlardır. Yönetimde daha fazla hak sahibi olmak, diğerlerini yönetmek gibi bir hakkı kendilerinde görmeye başlamışlardır. İşte ayrışmaların temelinde yatan budur. Mesela Osmanlı'nın Türk olması veya resmî dilinin Türkçe olması, hiçbir dönemde Kürtler arasında bir huzursuzluk nedeni olmamıştır. Kürtler, Balkan Savaşları'nda, daha önce Trablusgarp, Yemen ve daha sonra da 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın bir parçası olarak savaşmışlardır. Bütün bu gönüllü birlikteliğin ve Osmanlı'ya sadakatin tek nedeni, iki tarafın Müslüman kimliği, yani İslam bağıydı. Tanzimat'la birlikte başlayan modernleşmenin ürünü olan ayrımcı, dışlayıcı milliyetçilikten en az etkilenen Müslüman tebaanın Kürtler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle Jön Türkler hareketiyle coğrafyamızı saran milliyetçilik, az sayıda Kürt entelektüeli etkilemesine rağmen Kürtler arasında ilgi görmemiştir. Kürtler 1950'lerden sonra milliyetçilikle tanışmaya başlamıştır. Bu gerçekleri görmezden gelerek Kürtleri suçlamak, sorunun nedeni olarak görmek büyük haksızlıktır. "Bu Kürtler de nereden çıktı?" diye soranlara Milli Mücadele yıllarına bakmayı öneririm.

    1919-1922 yılları daha çok Mustafa Kemal'in Kürt aşiretlerini kendi saflarında savaşa katmak için verdiği mücadele yıllarıdır. Kürtler, Milli Mücadele'ye sonuna kadar destek verdiler. Bu destek, ilk meclisin kuruluşuna ve ülkenin düşman işgalinden kurtarılmasına kadar devam etti. Ülkenin birçok yerinde muhalif hareketler olmasına karşılık, 1921 Koçgiri olayları dışında Kürt kaynaklı ciddi bir olay yaşanmamıştır. 23 Nisan 1920'de toplanan Büyük Millet Meclisi'nde Kürtler yaklaşık yetmiş milletvekiliyle temsil ediliyorlardı. Mustafa Kemal, Kürtlerin Osmanlı'ya ve Halife'ye sadakatle bağlı olduklarını bildiği için İslam vurgusunu sık sık yaparak Kürtleri tutmaya çalışıyordu. Kürtler de hem İslam'a hem dinî önderlerine saygılı oldukları için ayrılmayı düşünmüyorlardı. Kendilerini "azınlık" görmek akıllarından bile geçmiyordu. Bunun sonucu olarak K.Maraş, Ş.Urfa ve G.Antep illerimiz merkezî hükümetin hiçbir yardımı olmadan ancak merkezî hükümetle siyasi ittifak içerisinde düşman işgalinden kurtarılmıştı. Kürtlerin bu desteğine karşılık 29 Ekim 1919'da Amasya'da yapılan görüşmelerde ve imzalanan protokollerde "Kürtlerin serbestçe gelişmesinin sağlanacağı" ifade edilmiş, "ırkî ve içtimaî" haklarının tanınacağı taahhüt altına alınmıştı. Mustafa Kemal Paşa, bazı Kürt bey ve ağalarına gönderdiği telgraflarda "Sizler gibi dindar ve namuslu büyükler oldukça Türk ve Kürt birbirinden ayrılmaz iki öz kardeş olarak yaşayacaktır." demek suretiyle ortak devlet ve ortak kadere vurgu yapıyordu. Çünkü Kürtlerin, 20. yüzyılın başlarından itibaren işgal ve dayatmalarla başlayan kopmalar, bölünmeler ve millî devletlerin kurulduğu dönemlerde Türklerle kaderlerini birleştirerek ortak hareket etmeleri, başlı başına tarihsel bir kavşak noktasıdır. Buna göre, bugün itibarıyla sorunun sorumluları Kürtlerin "öz kardeş" ve "ortak kader" taleplerini bölücülük sayan zihniyetin kendisidir.

    Lozan Antlaşması'na kadar el üstünde tutulan, "Türkler ve Kürtler" olarak birlikte zikredilen Kürtler, esasında Cumhuriyet modernleşmesinin ve bu bağlamda ulus-devlet projesinin yanlış uygulanmasından ötürü rahatsızlık duymuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kadrolar, Türkiye'yi tepeden modernleştirerek, değiştirip dönüştürerek modern, Batılı bir toplum oluşturmak istiyorlardı. Aslında Batılılaşma/modernleşme Tanzimat'la beraber zaten başlamıştı, Osmanlı'da başta ordu olmak üzere birçok kurum modernleştirilmişti. Ne var ki, bu proje bir bütündü, sadece devleti modernleştirerek bir yol alınamazdı. İşte Cumhuriyet modernleşmesinin Osmanlı modernleşmesinden böyle bir farkı var. Osmanlı, toplumun geleneklerine, gündelik yaşamına, kılık kıyafetine, dinine, kimliğine karışmadı. Cumhuriyet'te ise devlet eliyle ve devlet gücünü kullanarak insanları topyekûn değiştirmek, farklılaştırmak istemiştir. Bu değişim-dönüşüm öyle zamana da bırakılmamıştır, yani evrim beklenmemiş, adı üstünde devrim yapılmıştır. Değişim için topluma bir süre veya tercih hakkı verilemedi.

    Oysa Kürtler, Cumhuriyet'i Osmanlı gibi çoğulcu bir proje olarak gördükleri için destek vermişlerdi. Cumhuriyet'in, modern ulus-devlet projesi olarak şekillenmesi ile memnuniyetsizlik ve huzursuzluk başlamıştır. Çünkü, bu tarihe kadar dinî kesimlere ve özellikle de Kürtlere karşı takiyye yapıldığı anlaşılamamıştı. İşte Kürtlerin itirazı bu süreçle birlikte gelişmiştir.Milli Mücadele'ye verdikleri destek karşısında verilen sözlere, yapılan anlaşmalara rağmen "Cumhuriyet Devleti" projesine dahil edilmemeleri, Kürtlerde hayal kırıklığı yaratmıştır. Çünkü Kürtler yüzyıllarca Türkleri öz kardeş ve İslam'ın en önemli unsurlarından biri olarak görmüşlerdi. İngilizlerin "bağımsız devlet" tekliflerini kabul etmeyerek Müslümanlık ve öz kardeşlik iddialarını da ispatlamışlardı. Oysa, daha sonra beklemedikleri fiili bir durum ile karşılaşarak, kimsesiz, çaresiz olarak boşlukta kalmışlardı... Kırılma noktalarından biri olan "Şeyh Sait İsyanı"nı bu boşlukta çıkmış olaylar olarak görüyorum. Salt dinî bir hareket olmasa da, hareketin omurgasını Zazaların oluşturması nedeniyle de dönemin koşullarına uygun olarak daha çok din eksenli olarak değerlendiriyorum. Kürtlerin öncelikli talebi, merkezî yönetimde yer almak, yerleşik düzenlerini sürdürmek ve geleneksel dinî hayatlarını devam ettirebilmekti. Esas itibarıyla hareketin karakteristik yapısı, Kürtlerin geleneksel yapısıyla ve tarihiyle uyumludur. Kürtler, her ne kadar feodal bir yapı içerisinde aşiretler şeklinde bu coğrafyada yaşamlarını sürdürmüş olsalar da, aşiretler arasında meydana gelen sorunları çözen, gerektiğinde aşiretleri birleştiren, bir araya getiren ve bir arada tutabilen asıl faktör, din unsuru ve dinî şahsiyetler olmuştur. Bazı Kürt milliyetçileri, bugüne kadar Batı'nın, bağımsız Kürt devletinin kurulmasına izin vermemesine neden olarak bu geleneksel yapıyı gerekçe göstermektedir. Bunda haksız da sayılmazlar. Devletin resmî tezi olarak ileri sürülen "Şeyh Sait İsyanı"nın arkasında İngilizlerin olduğu iddiası, sadece bu gerekçe ile bile açığa düşürülebilir. Kaldı ki Milli Mücadele döneminde ve Cumhuriyet'in kuruluşunda Kürt aydınları ve Kürt liderleri ile Mustafa Kemal arasında tam bir mutabakat vardı. Bu mutabakat sonucu Kürtler, kurucu iki asli unsurdan biri sayılmıştır. Mustafa Kemal, Türkleri ve Kürtleri "anasır-ı İslam"ın iki kardeş milleti olarak tanımlamıştı. Bu mutabakat, 1924 Anayasası ve hilafetin kaldırılmasıyla bozulmuştur. Esasen 1924 Anayasası, Anadolu'daki Müslüman ahaliden bir modern Türk ulusu çıkarma projesidir. Farklılıklar yok sayılarak, halka rağmen, tepeden inme ve dayatmacı bir sisteme geçilmiştir. Kürtler, Türklerle birlikte halifeye bağlı kalan en son halktır. Kürtler için hilafetin kaldırılması demek, "din elden gidiyor" demekti. Konuyu zamanın anlayışı içinde değerlendirmek zorundayız. Bu anlayış bile Şeyh Sait olayları için yeterli bir nedendi.

    BİRLEŞTİRİYORUM DERKEN PARÇALAMAK

    923'ten bugüne, Kürt hareketlerinin hiçbirisinin; önceden planlanmış, halkın katılımıyla başlayan bağımsız bir Kürt devleti hedeflerinin olduğunu düşünmüyorum. Olaylar incelendiğinde anlaşılacaktır ki, ayaklanmanın bastırılmasından hemen sonra İsmet İnönü, önceden tasarladığı anlaşılan Şark Islahat Planı'nı yürürlüğe koymuştur. Bu hedef çerçevesinde zorunlu iskân başlamış, Kürt bölgelerine özellikle göçmen Türkler yerleştirilmiştir. Başta Kürtçe olmak üzere Türkçe dışındaki dillerde konuşmanın ve Kürtçe isimlerin yasaklanması, Soyadı Kanunu'nun çıkarılması, yer adlarının Türkçeye çevrilmesi, bürokrasinin tamamen Kürtlerden arındırılması gibi köklü ve sistematik kültürel linç girişimleri bu dönemin ürünüdür. Buna dinî hayata dair modernleşme uygulamalarını da ilave edersek, bu dönemi ve İnönü'yü daha iyi anlamış oluruz. Kaldı ki İnönü, Lozan Konferansı'na iki halkın, yani Türkler ve Kürtlerin ortak temsilcisi olarak katılmıştır. Lozan görüşmeleri sırasında, "TBMM hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek meşru temsilcileri olan milletvekilleri Millet Meclisi'ne girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadır." sözleriyle tarihe kayıt düşmüştür. Aynı İsmet Paşa'nın; Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasından sonra söyledikleri bunun tam tersidir: "Milliyet yegâne vasıta-i iltisakımızdır. Diğer anâsır Türk ekseriyeti karşısında hâiz-i tesir değildir. Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır." Böylece Mezopotamya'nın beş bin yıllık, Osmanlı'nın dört yüz yıllık sadık tebaası olan Kürtler, yok sayılarak ve sistematik asimilasyona tabi tutularak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Türkleri sayılmıştır. Bence Kürt kimliği, ilk olarak bu tarihten itibaren sorun olarak Türkiye'nin siyasal gündemine gelmiştir. O halde sorunun adının "Kürt sorunu" olarak konulduğu Cumhuriyet dönemi uygulamalarını da sağlıklı olarak analiz etmeliyiz. Şark Islahat Planı, Kürtlerin benliğinde çok olumsuz izler bırakmıştır. Bana göre 1924-1946 yılları Cumhuriyet tarihinin en büyük kayıp yıllarıdır. İsmet Paşa iktidarında kaybedilen zaman, Türkiye'nin geri kalmasının en önemli nedeni sayılabilir. İsmet İnönü, siyasal iktidarında ortaya koyduğu otoriter yönetimiyle İstiklal Savaşı onurunu yaşayan bir milleti aşağılamış, birleştiriyorum diye paramparça etmiştir.

    ABDÜLBAKİ ERDOĞMUŞ - EMEKLİ MÜFTÜ / 21. DÖNEM DİYARBAKIR MİLLETVEKİLİ
    31 Mayıs 2008, Cumartesi

      Forum Saati Çarş. Mayıs 15, 2024 3:46 am